Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

NASIL KANDIRILDIK?: SAHTE ŞAMANLAR, LİDERLER VE NİNJALAR

Eskinin Yeni Oyunu: Cesaret mi Dürtüsellik mi!

Bu hafta sonu öyle bir paylaşım gördüm ki ben yine şok!

Aslında global çapta büyüyerek ilerleyen bir durum olmasına rağmen, acayip içtenlikle paylaşılmış olması yüreğimi burktu diyebilirim. Sadece içtenlik te değil; yazan kişinin çaresizce onay ve yol haritası arayışında olması duygusal anlamda beni çok etkiledi.

Evet, yolunu kaybetmiş çocuğun duygularının kayboluşu gibiydi.

“Bir arkadaşım holdinglere çat kapı gidiyor. Davranışından dolayı bir rahatsızlık da duymuyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?…” Gelen yorumlarla birlikte, “ben de bunu deneyebileceğimi düşünmeye başladım.” şeklinde esniyor düşüncesi.

Ben de yorum olarak, bazı extreme kişilik özelliklerine sahip bireylerin bunu rahatlıkla yapabileceklerini, herkesin yapamayacağını ve daha farklı bir cesaret gerektirdiğini belirtince şu yanıt geldi:

“Benim travmam cesaretimin eksik olması.”

Yani bir de bu “travma” mı oldu?…

Modern İş Dünyası ve Sosyal Darwinizm

“Cesaret” kavramına ayrıca bakacağız da…

Evet, psikopati değerleri yüksek bireylerle; samimi duyguları paylaşan, empati kurabilen, topluluk için var olabilen çoğunluk toplumların modern iş dünyasının kendi içinde sosyal Darwinizmi nasıl işlettiği,

İş dünyası ve markaların, “daha insancıl, daha empatiğiz” kisvesi altında bireyleri nasıl manipüle edip, olamayacakları kişilik özellikleriyle yoğun baskı altına almaları konusuna bir bakalım.

Bakalım psikopat mıyız, yoksa tekrar tekrar içsel değerlerimizi biçerek daha mutsuz, daha başarısız, daha sağlığı bozulmuş bireyler ve toplum olmaya doğru mu gidiyoruz?

Kaçımız cidden klinik narsist, kaçımız empati ve bağlılık maskesiyle gerçek psikopat?

Modern iş dünyasına Darwin’in gözünden, Marx’ın sakallarının uzadığı yerden bakmaya cesaret edebilenler buraya!

1. Duygu Sömürüsünün Biyolojik Temelleri

İnsan türü olarak statü ve kabule açığız.
Topluluk içinde onay görmek evrimsel olarak hayatta kalmakla eşdeğerdir.
Dolayısıyla beyinlerimiz onay aldıkça dopamin salgılayacak şekilde evrildi.

Kurumlar ve pazarlama sektörü bu biyolojik zemini sistematik olarak istismar eder.

“Sen de özel ve önemli olabilirsin.”, “Sen lider ruhlusun.” gibi sloganlarla neredeyse davullar ve ateş eşliğinde ritüelleştirip (efektler ve arka plan müzikleri buna örnek) içi boş bir vizyonerlik simülasyonu yaratıldı.

Böylece insanlar “kendileri gibi olmayı” bırakıp “lider olma oyunu” oynamaya başladı.
Sistem buna onay verdi, ardından dopamin salgıladık yani…

Evrimsel olarak geliştirilmiş ait olma ve saygı görme ihtiyacı pazarlama sektörü tarafından her saniye bizleri manipülasyon bombardımanına tutmaya devam ediyor.

2. Sahte Şamanlar Çağı

Antropolojik olarak liderlik, topluluklar içinde doğal olarak yükselen, diğerlerinin takdirini kazanmış, çoğunlukla “alçakgönüllü” bireylerde görülürdü.

Günümüzde ise (gerçi uzun zamandır) liderlik doğallıktan çıkıp performansa dönüştü.
Performans ise narsistik özellikleri yüksek bireylerin daha doğal çalışabildiği bir alan.

İnsanlar birer sahte şamana bürünüp içsel gücü olmadan büyü satmayı başardı!

Ortaya çıkan sonuç ise; gerçek empati, bağlılık, içtenlik gibi kolektif değerler bastırıldı ve yerine “influencer maskeleri”, “LinkedIn guruları”, “start-up ninjaları” gibi şeyler çıktı.

3. Toplumsal Facia: Gönüllü Kölelik ve Duygusal Emek Sömürüsü

Freud, Foucault ve Marx üçlüsü üzerinden baksak mesela dedim…

Ego ideallerimizi kaşıyan pazarlama ve iş dünyası:
“Sen de böyle biri olabilirsiiiin!” diyerek narsisistik arzularımızı tahrik etmeye devam ediyor.

Freud’a göre yorumlarsak, insanlar “ideal ben” uğruna vicdanlarını susturmayı öğrendi. (Öğrenmek yani)

Sistem artık itaat toplumundaki biçimiyle baskı ile değil, arzularımız üzerinden çalışıyor. (Netflix de az değil hani)
İnsanlara “lider olmalısın” dedikçe kendi değer ve duygularını bastırmaları artık onlara “kendi tercihleriymiş” gibi görünmeye başladı. (Bu noktada genelde uyanış çağrısı atılır ama horn’um yok.)

Sömürülmüyormuşuz gibi geliyor; bir yandan sürekli olarak dilimizde sömürüldüğümüze dair hiddetimiz devam ederken, öte yandan sömürülmeye gönüllü hale geldiğimiz bir paradoksun tam içinde bulunuyoruz.

Üstelik gayet doğal biçimde; biyolojik mekanizmalarımız, zihinsel sistemlerimiz üzerinden. Karmaşa derin yani, moleküler boyutta. 🙂

Marx’a göre duygusal emeğin metalaşması sürecinde samimiyet, sevgi, empati, yaratıcılık gibi içsel kaynaklarımız “meslek performansı” haline gelir.

Gerçekten içimizden geldiği için değil de statü için empati yapılır hale gelindi. Bu her zaman mevcutsa da artık sadece küçük bir azınlık değil, toplumu ele geçirmiş durumda.

Sosyolojide bu durum “gönüllü kölelik”, “duygusal emek kapitalizmi” ve “performans toplumunun içselleştirilmesi” şeklinde tanımlanır. Ki ben, disiplin ve performans toplumlarının iç içe geçmiş modern bir versiyonu olarak görürüm. (neden, çünkü, ee daha keyifliydi ;))

Sonuç: Direniş Biçimi Olarak Vicdan

Gönüllü entegrasyon ve ruhsal boşluğumuzu kucaklayabilir ya da gerçekten biraz durur ve kendimiz adına neyi, neden, ne için yaptığımızı; neyi yücelttiğimizi ve gerçekte arzularımızın ne olduğunu değerlendirebiliriz.

Şu bilmek önemli:

  • “Lider olun” baskısı altında lider gibi davranıp gerçek lider olmayan binlerce insan var. (Ve evet farkında değiller.)
  • “Empati kur” baskısı altında müşterilerle empati kurmaya çalışırken içten içe tükeniyoruz.
  • Psikopatik stratejileri “profesyonellik” adı altında yaygınlaştırarak duygusal yapıdaki insanları içsel çöküşe itti.

Yani slogan şu gibi:
Narsist ol, psikopat gibi yap, yine de duygusal davran ve bunu kendin tercih etmişsin gibi yap! (Çok şık.)

Cesaret ve Empati Üzerine

Ve işte tam da bu yüzden, “kapıya çat kapı gitmek” gibi bir davranış yalnızca kişisel cesaretle açıklanamaz. Çünkü cesaret, özünde duygusal işleme kapasitesi yüksek bireylerin sergilediği bir tutumdur. Yani korkuya rağmen harekete geçebilme gücü.

Ama burada gördüğümüz şey, çoğu zaman dürtüsellik, sınır tanımazlık ve bazen de duygusal yoksunlukla karışmış bir davranış biçimi. Modern sistem, özellikle pazarlama sektörü eliyle bu farkı silikleştiriyor.

Bugün bize “cesur olun” diye pazarlanan pek çok davranışın kökeninde aslında duygusal bağ kuramayan, kaybetmekten korkmayan, empati yükü taşımayan kişilik örüntüleri var.

Ama bu davranışlar vizyonerlik, girişimcilik, network ustalığı gibi süslü başlıklarla parlatıldığında; geri kalan çoğunluk, yani duygusal kapasitesi yüksek, ahlaki kaygıları olan insanlar, kendilerini yetersiz ve eksik hissetmeye başlıyor.

Ve sistem tam da bunu istiyor.

“Kendi duygularına karşı bile şüphe duyan birey, sistemin en gönüllü çalışanıdır.”

Cesaret gitgide empati yoksunluğuna,
özgüven narsisistik taşkınlığa,
başarı ise daha çok tahammülsüzlüğe benzemeye başladıkça…

Aslında kaybettiğimiz şey sadece kendimiz değil;
kolektif ruhumuz, duygusal çeşitliliğimiz, birlikte yaşama hayalimiz.

Ve belki de en çok bu yüzden:
Birilerinin “çat kapı holding kapısına gitmesi” bu kadar normalleştirilirken,
bir başkasının “Vicdanım buna izin vermiyor.” diyebilmesi,
en değerli direniş biçimidir artık.